17 Şubat 2018
Sosyal Medya ve Mizah Algımız: Bir Muhasebe ve Özen Çağrısı

Sosyal Medya ve Mizah Algımız: Bir Muhasebe ve Özen Çağrısı

Konu sosyal medyada mizaha gelince 'sınırları' görmezden gelmek, hayatımızdaki bir alanı dini ve ahlâki temel değerlerden arındırmaya çanak tutan bir ihmaldir. Öte yandan, bu çağrı asla ve asla arkaik bir edep anlayışıyla bir mizah karşıtlığı sergileme ya da 'edepli mizah' yapalım derken sığ mizaha geçit verme tutumu da değildir. Neticede, her işte olduğu gibi burada da bir denge gözetmekle ve zeminimizi kaybetmemekle yükümlüyüz.

Mizah, belki de insanlık tarihi kadar eski ve sadece günlük hayatın değil, kültür dediğimiz olgunun da reddedilemez bir unsuru. Zira mizah sadece insanın gülme ve mutlu olmaya dair doğal ihtiyacını karşılamıyor, aynı zamanda –Mark Twain’in deyişiyle- yeri geliyor, “bizleri günlük hayatın zorluklarından koruyan” bir kalkan işlevi görüyor. Kimi zaman mesajımızı sofistike bir şekilde vermenin yolu olurken kimi zaman da başkalarının zafiyetlerine gülmeye dair acımasız içgüdümüzün dışavurumu oluyor.

Hâliyle, insanın fıtratıyla, tarihiyle ve iletişim yetisiyle bu kadar iç içe olan bir unsurun kategorik olarak din ile, dindarlık ile bağdaşmaması gibi bir durum da söz konusu olamaz. Her ne kadar bunun aksini iddia eden, gülmeyi “dini bağlamda vakar sahibi olmanın” zıttı gibi konumlandıran söylemler bugün ve geçmişte, Müslümanlar yahut diğer inanç mensupları arasında var olsa ve hatta kimi zaman bir “düstura” dönüşse de bunları aşırılık olarak nitelemekte beis görmüyorum. Nitekim bu tutum, dünya hayatını bir ızdırap yeri olarak konumlandıran ve yegâne mutluluğu ahiret hayatına bırakmayı ilke edinerek bu dünyada karanlığa gömülmeyi kabul etmiş, bu sayede “dünyadaki yoksunluk ve yoksulluk bedeliyle” Cennet tapusu satabilmiş Orta Çağ Avrupası Hristiyanlığında görülebilen bir tutumdu (“Gülün Adı” filmini göz önüne getirin…). Nice başkaca aşırılıkları ortaya koyan bu zihniyetin böyle bir “düstura” sahip çıkması dahi mizahı, gülmeyi hor gören yaklaşımı aşırı görmemiz için bir karine olacaktır.

O hâlde, mizahı kategorik olarak mahkûm etmek gibi bir aşırılığın İslamiyet’te yer bulamayacağını söylemek hiç mi hiç yanlış olmayacaktır. Hz. Peygamber (SAV) tarafından yapılan latifelerin basit bir siyer taraması ile karşılaşabileceğimiz örnekleri, sahabe-i kiramın yine basit bir tarih taramasıyla karşılaşabileceğimiz günlük mizah örnekleri de buna çok net bir şekilde işaret ediyor. Hatta Bedir gazisi Nuayman bin Amr* gibi “şakalarıyla” ve tabiri caizse “muzipliğiyle” ünlenmiş sahabelerin olması da bu bakımdan güçlü bir gösterge.

Kısacası, mizahı ve “gülmeyi” kategorik olan hor gören bakış açısını bizler de “hor görebiliriz”. Buna şüphem yok. Ancak şöyle bir soruyu da not etmek gerekir: Mizaha olan ihtiyacımız, mizahın fıtratımızın bir parçası oluşu ve mizahın nihayetinde “eğlence için yapılıyor olması”, mizahı topyekûn her türlü sınırlamadan muaf tutabilir mi? Hele ki Müslüman ahlâkı gibi bir çerçeveye kendisini sokanlar için mizahın her türlüsüne –ne kadar popüler ve kanıksanmış olursa olsun- ayak uydurmak mümkün müdür?

Hayatın müstakil bir alanının münhasıran değerlerden soyutlanıp sekülerleşmesi hâli

Müslümanlar nasıl ki her konuda “vasat”, yani dengeli, makul bir çizgi tutturmayı temel düstur edinmesi gereken bireylerse, elbette mizah konusunda da belli dengelerin gözetilmesi gerektiğini söylemek yine yanlış olmayacaktır.

Esasında, okurların “bunlar da soru mu canım” diyebileceği ve bir önceki paragrafta yaptığım açıklamayı yapabileceği sorular yönelttiğimi tahmin ediyorum. Ancak dijital çağın iletişim devrimi diye niteleyebileceğimiz sosyal medyanın hüküm sürdüğü bu devirde ortaya çıkan manzaramız hiç de bu kadar net değil. Mizahı kategorik olarak mahkûm etmemek konusunda önceki nesillere göre daha açık fikirli ve daha makul gözüken neslimiz, iş tersten denge sağlamaya, yani mizahın hudutlarını gözetmeye geldiğinde ya bu hudutlara riayet etme hassasiyetini umursamamaktan ya da kimi zaman bu hudutlara dair bir farkındalığa dahi sahip ol(a)mamaktan ötürü aynı makûliyeti sergileyemiyor. Sosyal medyanın baş döndüren dinamikleriyle birlikte bu “farkında olamama, temel ilke ve değerleri düşün(e)meme hâli” gitgide kronikleşiyor ve sahip olunması gereken farkındalık bir kenara, en temel değerler hızla aşınıyor. En vahimi ise bu hâl zamanla bir alışkanlığa dönüşüyor. Alışkanlık da bir kanıksama hâline işaret ediyor ki bu da karşımıza değerlerden ve hayatımızın tümü için geçerli olması gereken hudutlardan soyutlanmış bir mizah anlayışı çıkarıyor. Günümüzde Müslümanların ticari hayatta, iş dünyasında yaşadığı / yaşattığı tecrübeye benziyor belki de bu durum. Bir nevi, hayatın müstakil bir alanının münhasıran değerlerden soyutlanıp sekülerleşmesi hâli…

Sosyal medyanın derin etkisi

Ülke ve toplum olarak zengin sayılabilecek bir mizah geçmişimiz var. Sözlü deyişlerden Nefilerin, Molla Lütfilerin oluşturduğu hiciv külliyatına uzanan ve oradan süzülüp Diyojenlere, Markopaşalara, Gırgırlara varan yazılı-görüntülü-basılı mizah kültürümüz oldukça renkli. Tabi ki toplumun önemli bir kesimini oluşturan “İslami mahalle” de bu kültürden nasibini alıyor. Geçmişteki tek tük denemeleri bir kenara bırakırsak, güncel bir örnek olarak, küçüklüğümde meşhur olan Leman ve daha sonra lise çağlarımın başında etrafımdaki gençler arasındaki esas mizah fenomeni hâline gelen Penguen vb. karikatür dergilerinin estirdiği rüzgâra “bizim mahalle” de katılmış, Cafcaf, Hacamat gibi dergiler onlarca sayı çıkarmıştı.

Mizah kültürümüzün geçmişine dair kısa bir girizgâh yapmamın sebebi, bu yazının konusu olan sosyal medya-mizah ilişkisinin evvelindeki durumu görmek ve eğer bir değişimden bahsediyorsak, değişim öncesi hale kısa bir atıfta bulunmaktı. Yoksa elbette zengin mizah kültürümüzün geçmişine ya da bizim mahalledeki yansımalarına göz atmak niyetinde değilim. Asıl amacım, benim de ayak uydurduğum -ancak sorguladığım- yeni bir mizah algısını, yani sosyal medya ile ortaya çıktığını iddia ettiğim mizah algısını mercek altına almak. Derin çözümlemeler yerine aklımdan geçenleri aktarmak niyetindeyim.

Apaçık ki sosyal medya hayatın her alanını derinlemesine etkilediği gibi mizahı da etkiledi. Hatta belki de en çok mizahı etkiledi ve etkiliyor, çünkü mizah istatistiklere göre de sosyal medyanın “en çok prim yapan içeriği”. Öyle ki “iyi mizah yapabilen” sosyal medya fenomenleri, “Youtuberlar”, kısa videoları ile meşhur olan amatör prodüktörler yeni kamusal figürler olarak hayatımıza girebiliyorlar. Hem alışmadığımız tarzda esprilerle ve yeni jargonlarla… Hele ki politik mizah konsepti, politikayla yatıp kalkan ve mizahı da seven toplumumuzun nabzını iyiden iyiye yakalıyor. (Bilhassa Gezi Parkı eylemleri ve üstüne yaşanan birkaç politik olaydan sonra sosyal medyadaki politik mizah dozu yükseldi. Kemal Sayar aylar önce Nihayet dergisinde ‘politika hayatı zapturapt altına alınca mizah çekilir’ demişti. Acaba tam tersi mi diye düşünüyor insan…)

Dolayısıyla, mizah alanında sosyal bir rant var, çünkü iyi mizahı sosyal medyanın iletişim imkânlarıyla birleştirince “ünlü” olabiliyorsunuz. Ancak işin vahim bir boyutu da var. Sosyal medya dinamiklerinin baş döndürücü hızı, durup bu gidişatı da “sosyal rantı” da sorgulamayı çok zorlaştırıyor.

Kolektif mizah kültürünün karakteri

Vakıa şu ki sosyal medya yeni bir mizah formunu ortaya çıkarıyor. Karikatür dergilerinin “laik mahalle-İslami mahalle” gibi ayrılması gibi yahut her mahallenin kendi mizah jargonunu ve esprilerini oluşturması gibi bir durum değil bu. Zaten asıl farkı da bu noktada yatıyor. Sosyal medyada biz fark etmeden belli sınırlar kendiliğinden kalkıyor ve “kesimler üstü” ortak bir mizah anlayışı, ortak bir jargon oluşuyor. Bu mizah anlayışının merkezi bir odaktan oluşturulmadığı ve kolektif bir kültürün ürünü olduğu aşikâr. Ancak bu kolektif kültürü bir kritiğe tâbi tutarken, buluşulan ortak noktanın ne mahiyette olduğunu sorgulamak zorundayız. Zaten bu yazının derdi de bu…

Söz konusu “kolektif kültürün karakterini ne oluşturuyor?” sorusuna odaklanırken, kendimce tespit etiğim bazı olguları ortaya koyarak başlayayım.

Birincisi, sosyal medyayı kullanan çoğunluk kitleyi oluşturan şehirli Z jenerasyonu, ilk bakışta var olan tüm kesimsel ayrımlarına rağmen üç aşağı beş yukarı aynı popüler kültüre ve eğitime tâbi kalarak yetiştiği için, esasında, aynı dili konuşmakta çok da zorlanmıyor. Dolayısıyla, onların sahip olduğu bu arka plân da sosyal medyadaki ortak noktayı ve dili belirleyen ilk unsur.

İkincisi ise sosyal medyanın bizatihi kendi karakterinden kaynaklanan aşağıda “3A formülüyle” belirttiğim bazı özellikleri var ve aktif sosyal medya kullanıcılarının çoğu da bu özelliklere adapte oluyor. Bu ortak adaptasyon, bir homojenleşmeyi de ortaya çıkarıyor:

-Anonimleşme

-Alenileşme

-Aynılaşma

Kısaca açıklayacak olursam, anonimleşme, sosyal medyadaki son derece bireysel mizah unsurlarının bir anda geniş kitlelere mâl olabilmesi hâlini ifade ediyor. Basit bir tweet ya da caps (Caps kavramını bilmeyenler için bkz. http://www.bilgiversin.com/caps-ne-demek-anlami-nedir/) hızla tüm Türkiye gençliğinin konuştuğu ve arşivlediği ortak bir mizah değerine dönüşebiliyor.

Alenileşme de mizahın bu kadar prim yapmasının bir sonucu olarak daha fazla mizah üretme ve ilgi çekme dürtüsünün doğal olarak körüklenmesiyle beraber hem kişilerin daha fazla görünür olma çabalarını hem de bu çaba doğrultusunda ellerindeki mahrem yahut mahrem olmasa da görece özel hayat alanına giren malzemeleri dahi piyasaya sunabilme eğilimini ifade ediyor.

Aynılaşma ise, adı üstünde, sosyal medya kullanıcılarının birbirini göre göre, ayna reseptör misali, aynılaşması ve kendi ahlâk anlayışlarına-kültürel çerçevelerine bağlı kalmak yerine sosyal medyanın kitlesel dinamikleriyle ortaya çıkan akıma kendilerini kaptırmalarıdır.

Yani toparlayacak olursam iddiam şu ki sosyal medya öncesi kitle iletişim araçlarının mizah vb. alanlarda benzer bir algıyı ve jargonu oturtmuş olması, Z jenerasyonunun dilini ve algısını zaten ortak bir zeminde buluşmaya uygun hâle getirmişti. Ancak kitle iletişim araçları yine belli merkezlerden mesajın yayıldığı aletlerdi. Sosyal medya ise işlevi aynı bırakıp mesajı merkezsizleştirdi fakat bunun sonucunda oluşan kolektif dil de Z jenerasyonunun daha önce sahip olduğu arka plâna yaslanıyor ve dolayısıyla verili bir kültüre (popüler kültüre) yaslanıyor. Yukarıda 3A formülüyle özetlediğim süreç de herkesin bu şekilde ortaya çıkmış bir kolektif dilin ve algının ekseninde buluşmasını ve homojenleşmesini sağlıyor. O hâlde, mevcut dil ve algının bizim değerlerimize uygunluğunu, yine Z jenerasyonunun yetişirken beslendiği arka plânı ve tabi tutuldukları popüler kültürü mercek altına alarak tespit edebiliriz

Bizi ne endişelendiriyor?

Peki, velev ki Z jenerasyonu yukarıda çözümlemeye çalıştığım arka plândan yola çıktı ve bu arka plânın neticesi sayılabilecek bir noktada “buluştu”. Bundaki sıkıntı nedir? Z jenerasyonunun tâbi olduğu kültürü yok sayıp gerçekçi olmayacak bir muhafazakârlığa mı soyunmamız gerekiyor?

Elbette insanların iletişim ve etkileşimleriyle tarih boyunca farklı kültür zeminleri doğabilir ve buna külliyen karşı olmak akıntıya karşı kürek çekmektir ve manasızdır. Sosyal medya bir devrimdir, çünkü iletişim biçimlerinin kökten değişimidir ve kaçınılmaz olarak yeni bir kültür doğuracaktır. Sıkıntı bu sürecin kendisinde değil ancak bu süreçte, korumakla mükellef olduğumuz sınırları korumaya ne kadar riayet edebildiğimiz ve yeni sürecin gidişatında Müslüman bakış açısıyla ne kadar rol oynayabildiğimizdedir. Bu hassasiyet gereksiz bir muhafazakârlığı işaret etmez. Kolektif bir oluşum sürecine kendi rengini vermenin önemine, faziletine ve hatta zaruretine işaret eder. Bir başka deyişle, “anonimleşme, alenileşme ve aynılaşma” denklemine külliyen teslim olup kendi bağlı olmak zorunda olduğun sınırları ve değerleri kaybetmemek zaruretine...

Dikkat çektiğim nokta soyut kalmasın diye birkaç örnek de vereyim:

Son zamanlarda bizim mahalleyi temsil ettiği iddiasındaki, herkesin malûmu bir karikatür dergisinin oldukça incitici ve gayrıahlâki mesajları keyfi bir şekilde ortalığa saçması ve bu dili kullanırken “bize de bunu yapıyorlar, o hâlde anladıkları dilden cevap verelim” zihniyetiyle hareket edip hoyratlığını örtmesi…

İş sosyal medyaya gelince en müstehcen esprileri kullanmakta bir beis görmemek…

Komik malzeme çıksın diye, ailenin özel hayatını ortaya dökmekte bir beis görmemek…

Başkalarının zaafları ile dalga geçmemek gibi oldukça temel bir dini düsturu pas geçercesine insanlarla alayı yaygın bir dil hâline getirmek...

İncitici ve kırıcı olmanın ötesinde, son derece hakaretamiz “şakaları” zikretmekten imtina etmemek…

Örnekler çoğaltılabilir. Ancak “riayet edilmeyen hudutlar” derken bahsettiğimiz hudutlar bunlardır. Belki iddialı olacak ama konu sosyal medyada mizaha gelince bu sınırları görmezden gelmek, hayatımızdaki bir alanı dini ve ahlâki temel değerlerden arındırmaya çanak tutan bir ihmaldir. Yanlış anlaşılmasın, ben de dahil birçoğumuz bu ihmalden beri değiliz. Bu sebeple, bu yazı bana da hitap eden bir muhasebe, özen ve değişim çağrısıdır. Bir Müslüman, tavrıyla fark yaratacaksa böyle mecralarda bu farkı yaratacak, bu yazı bunu da hatırlama ve hatırlatma çağrısıdır.

Öte yandan, bu çağrı asla ve asla arkaik bir edep anlayışıyla bir mizah karşıtlığı sergileme ya da “edepli mizah” yapalım derken sığ mizaha geçit verme tutumu da değildir. Neticede, her işte olduğu gibi burada da bir denge gözetmekle ve zeminimizi kaybetmemekle yükümlüyüz. Denge nerededir, sınırlar nelerdir… Bu konularda her zaman da kesin bir cevabım olamaz. Ancak mevcut gidişatın makul olmadığı ve muhasebeye muhtaç olduğu açık. Herkes kendi muhasebesiyle kendi mizah ilmihalini oluştursa, şimdilik bu da yeter belki de…

 

* İslam Ansiklopedisi’nde kendisi hakkında anlatılan olaylardan biri: Ortak bir yönü olsa da Nuayman’ın şakası benzemiyordu Hz. Peygamber’in şakasına. Ummu Seleme’nin anlattığına göre, Hz. Ebû Bekir yanına Bedir gazilerinden Nuayman ve Suveybit adlı sahabileri de alıp bir ticaret yolculuğuna çıkmış, yol azığını Suveybit’e emanet etmişti. Bir gün Nuayman Suveybit’ten yiyecek istedi. O ise Hz. Ebû Bekir’in gelmesinden sonra verebileceğini söyledi ona. Bunun üzerine Nuayman bir oyun oynamaya karar verdi Suveybit’e. Civarda develerini yayan sürü sahiplerine giderek Suveybit’i on deve karşılığında sattı. Dahası Suveybit’in kendisini hür sandığını söyleyerek, “Ben köle değilim, hürüm” demesine aldırış edilmemesi gerektiğini tembih etmeyi unutmadı. Böylece Suveybit ne kadar dirense de dinletemedi sözünü. Boynuna bir ip takıp pazara götürdüler. Hz. Ebû Bekir gelip durumu anlayınca doğru pazar yerine gitti. Develeri iade edip Suveybit’i kurtardı. Medine’ye döndüklerinde olayı Hz. Peygamber’e anlattılar. Rasûlullah (sav) ve ashabı gülmekten alıkoyamadılar kendilerini. Neredeyse bir sene unutulmadı bu vaka. Hatırlandıkça gülündü.

 

Bu yazı 2539 kişi tarafından görüntülendi.

Yorum Ekle

Tüm alanları doldurmak zorunludur